|
ŞÜKRÜ LAÇIN'İN YAŞADIKLARI Kaynak:Belge ve taniklariyla Dersim Direnisleri M.Kalman Sayfa 406-414 /1995 istanbul
1938'de 13 yaşında olan Şükrü Laçin, anılarında Dersim katliamına değinir. Şükrü Laçin ne yazık ki Kürt ulusal sorununu kavrayamamış. Der-sim'deki gelişmeleri tüm Kürdistan'da uygulanan politikadan soyutlamış. Sonraki yıllarda da Dersim'deki gelişmelerin nedenlerini cevapla-yamamış. Şükrü Laçin'in konuya ilişkin anlatımları şöyle;(Ş.Laçin,Dersim îsyanında Diyarbakır'a Ist.-1992) ".... Ağustos ayının sıcak bir günü idi. Ekinler biçiliyordu. Köylülerin kimi tarlada, kimi harmanda, herkes ektiği birkaç dönümlük tarladan alacağı ürünü bir an önce ambara taşımanın çabasında.. Böyle bir günün akşamıydı. Köylüler hep bir araya toplanmışlardı. Ben de aralarına katıldım. Konuşuyorlardı; 'Askerler çayın geçit olan çeşitli yerlerine çadır kurdular' diyorlardı. Kimi telaş, kimi heyecan, kimi kuşku, kimi de korku içinde olduğu yüzlerinden okunuyordu. 'Acaba askerler çayın kenarına ne zaman ve ne için çadır kurdular?' diye birbirlerine kuşkuyla soruyorlardı/Ancak askerlerin ne zaman ve ne için oralara çadır kurduklarına bir anlam veremiyorlardı. Çayın geçit olan yerleri denetim altına alınmıştı ama, kimsenin bundan haberi olmamıştı. Oysa ki köyümüz çayın tam kenarındaydı. Ağustos'un kavurucu sıcağında serinlemek, günün her saatinde yorgunluğu gidermek için çocuk yaşlı, genç erkekler zaman zaman çaya iner, yıkanır ve serinlerlerdi. Özellikle çocukları günün her saatinde çay kenarında görmek olasıydı. Çocukların kimi yıkanır, kimi kuma uzanır, kimileri de birbirleriyle dalaşırlarch. Çay, ç?.y kenarındaki çocukların îek eğlence yeriydi. Böyle olmasına karşın askerlerin çay kenarına ne zaman çadır kurdukları kimselerce görülmüş değildi. Askerlerin böyle sessiz sedasız gelip oralara çadır kurmaları hepimizi korkutmuştu. Çünkü, yöre halkı o güne değin devletin askerinden, jandarmasından, tahsildarından yalnızca dayak yemiş, baskı görmüştü. Onun için askeri, jandarmayı, tahsildarı gördük mü korkardık. Ama yapılacak başka bir şey de yoktu. Bu arada muhtar birkaç kişiyi yanına alarak, hem askerleri ziyaret etmek hem de yiyecek, içecek gibi şeylere gereksinim duyup duymadıklarını sormak üzere askerlerin yanına gitti. Ancak askerlerin başında bulunan başçavuş (astsubay); 'bizim sizlerle görüşmemiz yasaklanmıştır. Onun için sizi kabul edemeyeceğim'demiş. Muhtar ve yanındakiler köye dönünce bunları bize anlattılar. Köylü yine işiyle gücüyle meşgul olmaya başladı. Ne var ki herkes tedirgin ve korku içinde idi. Bu arada Mahmut Amca'nın beklenmeyen bir anda sakalını kesmesi köylünün ilgisini çekti. Mahmut Amca doksanlık bir ihtiyardı, tüm rü gurbette geçmişti. Son olarak Çukurova'da ırgat olarak çalışırken K£-raköseli Ezime Hanım adında, kendisi gibi ırgatlık yapan bir kadınla tanışmış ve evlenmişti. Durmuş isminde bir de oğulları olmuştu. Mahmut Amca artık ırgatlık yapamayacak kadar yaşlanınca, köye dönmek zorufl-da kalmıştı. Mahmut Amca'nın topraktan bir damı, üç dört dönümlük tarlası, birkaç tebek de bağı vardı. Çok gurbet gezmiş olmasına karşın bir şey öğrenmiş değildi. Ancak hep gurbet gezmekle öğünürdü. Tek sermayesi buydu. Saf, dürüst, temiz yürekli, uzun ak sakalıyla alıştığımız ve sevdiğimiz Mahmut Amcamız, sakalını kestirince yaşlılığın, çürümüşlüğün tüm hatları belirgin bir biçimde çehresinde gözükmeye başladı. O sevilen güzelim yüz, traştan sonra sevimsiz bir biçim almıştı. Sakalını kestiği için çoğu kişi onu yadırgadı. Böylece Mahmut Amca, köylüler tarafından soru yağmuruna tutuldu. Hep soruyorlardı; 'sakalını niye kestin?' diye, her sorulduğunda Mahmut Amca da hep bu sözcükleri tekrarladı durdu; 'yakında neler olacak o zaman görürsünüz.' Bu sözcükleri kimse önemsemedi. Ne var ki Mahmut Amca belli bir yerden önemli şeyler duymuş, öğrenmişti. Şöyle ki askerler çadır kurduktan bir-iki gün sonra, Mahmut Amca, Ezime Hanımla bağın içinde otururlar.. Vakit akşam olmak üzere, ortalık yavaş yavaş kararmaya başlar, bu arada askerlerden birkaçı Mahmut Amca'dan üzüm istemeye gelirler. Mahmut Amca üzüm ikram eder. Bu arada adet olduğu üzere sorulur soruşturulur. Böylece askerlerden birinin Ağrı'lı ve Ezime Hanım'ın kardeşinin oğlu olduğu anlaşılır. Hemen bir yakınlaşma, kaynaşma aralarında başlar. Akrabalık bağı askerle halasını birbirine yaklaştırır. Aynı zamanda her ikisi de doğdukları baba ocağından ayrı bulunmaktadırlar. Beklenmeyen bu rastlantı onları çok .sevindirir. Bu içten hava içinde asker, halasına güven duymaya bc^hr ve duydukların: bildiklerin: halasına ve Mahmut Amca'ya anlatır; 'devlet birkaç gün içinde Dersim'i ortadan kaldıracak. Sizin buralar da Dersim mıntıkasına dahil. Burada da çok adam vurulacak. Özellikle şeyh, dede, seyid, ağa ve aşiret reisi gibi kimselerin öncelikle vurulacakları söylenmekte.'Mahmut Amca bu haliyle göze çarpmaktadır, onun için hemen sakilini kessin' der". Subaylar katliamı gerçekleştirecek askerlere alevilerin inançlarına yönelik aşağılayıcı ve nefret ve küfürü içeren prpogandâyıda yaparlar. Her ne kadar askerler arasında aleviler de olsa sayılarının azlığı ve örgütsüzlükleri,korku nedeniyle suskun kalırlar. Terör sessizliğin gerçek nedenidir. Dersim'de askerlik yapan alevi kökenli bazı askerlerin anlatımlarını ancak dolaylı ikinci veya üçüncü şahıslardan öğrenebildiğimiz kadarıyla; alevi kökenli askerlere başka türlü propogandalar yapılmış. Bazılan katliamın nedenini kavrayınca kaçmış. Bazıları hatta subay dahi vurmuşlar. Birçokları da bilinçsizce veya çaresizce olayların içinde suruklenmiş. Dersim'de ağa, seyit ve reislere karşı olduğunu söyleyen Türk Dev-leti'nin gerçek niyetinin böyle olmadığı keridi gizli belgelerinde de görüldüğü gibi yalan ve demogojiden ibarettir. Elbette ki Dersim veya tüm Kürdistan'da ağa, şeyh veya reislerin sürgüne yollanmaları veya öldürülmeleri aşiret yapılarında köklü değişiklikler yapmasa da çözülmede etkisinin olduğunu söylemeliyiz. Kemalistler 1937 direnişine katılmayan bölgelerde de katliam yapmak istemekteydiler. Şükrü Laçin'in de belirttiği gibi her şey önceden planlanmış, programlanmış bir tarzda ele alınır. Anılarında bahsettiği Mahmut Anıca köylerinde katliam yapılacağını bildiği halde kendi akrabalarından dahi olabilecekleri gizler. Kendi canının korkusuna düşer. "Meğer Mahmut Amca bu duyduklarından ötürü sakalını kesmişmiş. Ancak köylü bunu 1938 Dersim Katliamı' sonuçlandıktan sonra Mahmut Amca'dan öğrenebildi. O gün Mahmut Amca ile Ezime Hanım'ın bu anlattıklarını ben anılar defterime yazmıştım. Doğal olarak bu olacaklardan kimsenin haberi yoktu. Bilinen tek* şey, etrafımızın çevrilmiş olmasıydı. Korkulu günler sürüydlrdu. Ne var ki bu korkulu günlerde bile yaşam, insanı, günlük yapılması' gerekli olanların yapımına zorluyor. Yine bu korkulu günlerden biriydi. Ahırda aç bekleyen bir atımız vardı. Otlasın diye kazığını firez tarlaya (biçilmiş tarlaya) çaktım. Eve dönmek üzere idim. Bir de ne göreyim; arka arkaya dizilmiş süvari askerleri köyümüze doğru geliyorlardı. Önce elbisesi değişik, omuzlarında demir ve yıldız bulunan biri vardı. Gerçi o zaman okur-yazardım ve güzel Türkçe konuşabiliyordum ama yine de zabitin (subay) ne olduğunu bilecek bilgiye sahip değildim. Sonradan askerlik yapanlardan adamın teğmeıi olduğunu öğrendim. Teğmen tam hizama geline; 'ğel-sene buraya' diye beni çağırdı. Beri de ona doğru yürüyerek; 'buyurun efendim'dedim. -İsmin ne senin?'diye sordu. -'Şükrü' -'Türkçe biliyor musun?' - 'Evet' dedim. -'Okur yazar mısın?' -Evet Adam düşündü, arkasındaki askerlere; 'bunlara vahşi diyorlar, bak sanıza adam ne güzel Türkçe, konuşabiliyor. Bunlar nasıl vahşi olabilir ler?'dedi.” Subay Türkçe konuşmayı medeniyetten sayıyor. Kafası vahşileri öl-dürünle doldurulmuş olduğundan sözde acıdığını fakat vazife icabı görevini yaptığının imajını verdirtmeye çalışıyor. "Attan indi, elimden tuttu, yanyana yürüyoruz. Birden durdu, bana döndü; 'sana bir şey soracağım doğru cevap ver' deyince ben de; 'soracaginiz şeyi bilirsem doğru cevap veririm' dedim. 'Sizin köyde kimlerin silahı var, isimlerini bana söyle.' Bir an düşündüm. Bu soruyu kendime sordum. Kuşkusuz köyde silah olsaydı ben de bilirdim. En azından duyardım. Oysa ki o güne değin ne kimsenin silah taşıdığını gördüm, ne de köyde herhangi birinin silahı var dendiğini duymuştum. Bu durumda verilecek tek cevap vardı o da kimsenin silahı olmadığıydı. Ben de; 'kimsenin silahı yok' dedim. O sırada arkama dönüp baktığımda, bizimle askerler arasında bir hayli mesafe bulunuyordu. Konuştuklarımızı askerlerin duymasına olanak yoktu. Hızh hızlı yürüyoruz... Köye girmiş bulunuyorduk. Köy çeşmesinin başında bulunan, gür dallafıyla sık gölgesi olan söğüt ağacının altına geçtik, beni yanından ayırmıyordu. Köyde bulunanlar hemen teğmeni karşılamaya geldiler. Karşılamaya gelenlerin bazıları, subayın karşısına çirkin bir vaziyette çıkmamak için kıyafet değiştirmişlerdi. Ahmet Korkmaz'ın üzerinde ceket, diğerlerinde ise her zaman giydikleri şal-şa-pık vardı. Subay bunlara tek tek sordu; 'siz ağa mısınız?', onlar da; 'hayır' dediler. Aralarında Ahmet Korkmaz; 'sayın teğmenim, biz değil ağa, renç-ber bile olamıyoruz, çünkü ekilecek geniş topraklarımız yoktur' deyince subay irkildi, düşündü, fakat bir şey demedi. 'Bana muhtarı çağırın' demekle yetindi. Muhtar gelir gelmez hemen eve davet etti. Subay; 'ne kimsenin evine gideceğim ne de kimsenin yemeğini yiyeceğim. Yalnız bana bir sandalye getirin' dedikten sonra sert bir sesle; "Muhtar çabuk köylüye haber ver, hemen buraya toplansınlar' dedi. Muhtar köylüye haber saldı. Köylü tarlada, harmanda işini bırakarak çeşme başına sökün etmeye (gelmeye) başladı. Son gelen imam Rıza Şahin adında orta yaşlı biriydi. Üstü başı yırtık, giydiği beyaz bezden uzun don yer yeryır-tılmıç, bacaklar, kızıl güneçin sıcağında yanmış, siyahlanmıçtı. Geç ka~-dığı için subay bu adama çok kızdı. Kızgınlığın verdiği öfkeyle; 'seni şimdi eşek cennetine göndereyim mi?' diye var gücüyle bağırınca zavallı İmam Rıza neye uğradığını şaşırdı. Biz şimdi yanımızda kurşunlaya-cak diye çok korkmuştuk. İmam Rıza yalvararak affetmesini rica ederken şöyle dedi; 'orak biçtiğim tarla köye çok uzakta, bana haber gelince hemen işimi bıraktım ve geldim. Gerçek budur, eğer yalan söylüyorsam başımdan cüda olayım' deyince subay lıemen sordu; 'cüda ne demektir?' imam Rıza; ya-- ni başım benden ayrı olsun demektir' diye cevap verdi. Subay yine sordu; 'sen okur-yazar mısın?', imam Rıza; 'hayır değilim' dedi. Subay; öyleyse nereden biliyorsun?'.İmam Rıza; 'babam kitap okutup dinleı?e^_ çok meraklıydı. Aynı merak bende de var. Eski yazı ile yazılmış çoK tap okutur dinlerim' dedi. İkisi arasında geçen bu konuşmadan sonra subay yumuşak bir takınarak; 'seni affettim' deyince hepimiz çok sevindik Çünkü Imamiza mutlak bir ölümden kurtulmuştu. İki kişi arasında geçen bu olayı hiç unutamam. Teğmenin verdiği emre uymak zorunda olan köylüler bir saat geçmeden ihtiyarı ile genci ile çeşmenin başına toplandılar. Bu sırada teğmen oturduğu sandalyeden kalkarak tehdit edici bir sesle; 'herkes evinde silah ve kesici gibi ne varsa getirip bana teslim etsin. Evleri aradığımda kimin evinde silah bulursam ezerim. Sonra demedi demeyin.' Teğmenin bu konuşmasından sonra köylü toplantı yerinden köyün içine doğru dağıldı. Artık kimi ekmek bıçağını, kimi demir aksamı pastan görünmeyen çürümüş kılıç, kimi de hangi Osmanlı Padişahı zamanında imal edildiği bilinmeyen 'Çakmaklı Tüfek' getirdi. Biz aramızda bu silaha 'Tophane' derdik. Bu isim bir yakıştırma mıydı, yoksa Tophane'de imal edildiği için mi bu ismi almıştı bilemiyorum. Çakmaklı ismi büyük olasılık kazanan bu silah artık kullanılmıyor ve devlet bunu yasaklı silahlar arasında saymamaktaydı. Evinde bulunduranlar da bunları ahırlarının bir köşesine atmışlardı. Köylünün amacı işkenceden, ölümden kurtulmak için bir şeyler ttulup teğmene teslim etmekti. Böylece köylü, teğmenin önüne paslanmış, çürümüş bir yığın döküntü demir yığdı. Bu arada muhtar; 'sayın kumandan, köylünün hepsi burada, herkes evinde ne varsa getirdi, size teslim etti, artık emir ve müsaadelerinizi bekliyoruz' deyince teğmen bir ara kalabalığı süzerek gür bir sesle konuşmaya başladı; 'Sayın vatandaşlar. Bugünden itibaren Türkiye'de şeyh, dede, ağa, bey, seyit kimse olmayacak. Cumhuriyet'in kanunları önünde herkes eşittir. Kimsenin eli öpülmeyecek, tekke, zaviye, ziyaret hepsi kapanacaktır. Bunlara inananlar cezalandırılacaktır. Türkiye'de Kürt, Laz, Çerkez, Arnavut, diye azınlıklar yoktur. Genç Cumhuriyetimizin üzerinde gizli hecapları olar_ güçler milli bütünlüğümüzü bozmalı, bizi parçala mak için Doğu ve Güneydoğu illerimizin çeşitli bölgelerinde yaşayan vatandaşlarımızın Kirmanca ve Zazaca konuşmalarını istismar ederek bunların Türk ulusunun ayrı bir halk olduğu fikrini aşılamak istemektedirler. Düşmanlarımızın sinsice oynadıkları bu oyunları çok iyi bilmek ve bu oyunlara gelmemek gerekir. Zaman zaman düşmanlarımızla işbirliği yapan hainler aramızdan çıkabilir. Bunların isimlerini bize bildirmek sizin en kutsal göreviniz olmalıdır. Cumhuriyet'in zinde kuvvetleri bunları tepelemeye, ezmeye her zaman muktedir. Değerli vatandaşlar. Çoğunuz askerlik yapmış insanlarsınız. Bilindiği gibi Birinci Dünya Sava-şı'nda, Kurtuluş Savaşı'mızda Doğu ve Güneydoğulu vatandaşlarımızla omuz omuza vererek savaştık. Özellikle Kurtuluş Savaşı'mızın zaferle sonuçlanmasının tek nedeni bu birlikti. Bu birliğimizi bozmak isteyen hainler sizi Türk Devleti'nin varlığına, genç Cumhuriyeti'mizin kanunlarına karşı gelmeye kışkırtabilirler. Çok iyi bilmeniz gerekir ki Türk Dev-leti'ne ve Cumhuriyet'in kanunlarına karşı gelenlerin sonu daima hüsrandır." Türk subayın anlatımarı bugünkü Türk resmi ideolojisinin özüdür. Kürdistan'ı, Batı-Ermenistan'ı işgal altına alarak, Ege'den Rumları kovarak, Misak-ı Milli'yi yaratanlar Türkiye Cumhuriyetinde azınlıkların ve Kürt ulusunun varlığını redetmişler ayrıca herkesin kendisini Türk kabul ettiği oranda eşit olduğunu, olacağını belirtmişlerdir. Uygulamada böyle yapılagelmiştir. Kendi haklarını savunanları 'bölücü' olarak suçlamışlardır. Köylüleri ağalara ve seyitlere karşı tavır almaya zorlayan kemalistler, bölgede esasta kendi otoritelerini kurmanın çabasını vermişlerdir. Ama koşullar kemalistleri onlarla uzlaşmaya götürmüştür. Sorunun ağalığın ortadan kaldırılması olmadığı ayrıca bilinen bir gerçekliktir. "Bu konuşmadan sonra teğmen toplanmış bulunan kalabalığın içinden kılık kıyafeti nisbeten düzgün olan dokuz kişiyi bir tarafa ayırarak; 'sizin silahınız var, getirin bana teslim edin* deyince bu adamlar neye uğradıklarını şaşırdılar. Bunlardan Ahmet Korkmaz; 'sayın kumandan, biz yalnız askerken silah kullandık, başka hiç silah kullanmadık' dediyse de teğmen hiç umursamadı. 'Ben sizleri Mazgirt'e kumandana götürmek zorundayım' diye bağırınca köylülerimiz boyunlarını bükerek yola düzüldüler. O anda köyü bir matem havası sardı. Kimi ağlamaya, kimi feryat etmeye başladı. Köye bir şivan girdi. Ne v^r ki ağlayan feryat e-den bu insanların sesine teğmen hiç kulak asmadı. Bu askeri harekat çok önceden düşünülmüş, planlanmıştı. Hangi gün, hangi saat, hangi subayların hangi köylere, mezralara baskın yapacağı tesbit edilmiş, kararlaştırılmıştı. Çünkü aynı gün bizim köyle birlikte Dersim bölgesinin kapsamı içinde bulunan tüm ilçe ve köylerin basıldığını ve her taraftan askerin, adam toplayarak kışlalara doldurduklarını, daha sonra kafile kafile kışladan alarak, kimilerini süngüleyerek, kimilerini kurşunlayarak derelere doldurduklarını olaydan hemen sonra öğrendik. Bu da yetmiyormuş gibi Öldürülen bu insanların evleri yık: tırıldı, eşleri ve çocukları Batı'nın, Orta-Anadolu'nun çeşitli köy ve kentlerine sürgüne gönderildi. Köylülerimize gelince bunların içinde Ahmet Korkmaz çocukken nahiyede okumuştu. İlkokulun üçüncü sınıfından mezundu. Okulun başöğretmeni Selim Bey, aynı zamanda oğlundan çok sevdiği Ahmet'in de öğretmeniydi. Çoktan beri nahiyede görev yapan Selim Bey, çevrede sevilen sayılan muhterem bir kişi idi. Selim Bey, tanıdıklarından birinden Ahmet'in Mazgirt'e götürüleceğini duyar ve Ahmet'i götüren teğmeni çadırda ziyaret eder; Ahmet'i bırakmak için teğmene ricada bu u-nur. Ancak teğmen 'Ahmet'in silahı var, bırakmam' der. Selim Bey gelecek günlerin neleri doğuracağını çok iyi bilmekte ir. Hemen meseleyi nahiye müdürü olan Kemal Kıvılcım'a anlatır. Aynı za manda Selim Bey'in Mazgirt Kaymakamı olan Fahri Tormakçı ile dostluğu vardır. Nahiye Müdürü ile birlikte Mazgirt Kaymakamı'na Ahmet'i bıraktırması için ricada bulunurlar. Meğer Kaymakam Bey'in köylülerimizi kurtarmak için General Galip Deniz nezdinde girişimde bulunmasının nedeni buymuş. Bütün bu olup bitenlerden gerek Ahmet'in gerekse bizlerin çok sonra haberimiz oldu. Olayın bundan sonraki bölümünü Ahmet Korkmaz şöyle anlatmıştı; Teğmen o gece bizi Muhundi'ye (Darıkent) götürdü. Nahiyenin birçok yerlerine çadır kurulmuştu. Çadırların içi insan dolu. Bunlar başka başka köylerden alınmış kimselerdi. Bizi de bir çadıra koydular, önüne nöbetçi diktiler. O geceyi nahiyede geçirdik. Sabahleyin Mazgirt'e götürülmek üzere subay ve askerlerle yola koyulduk. Yola dizilmiş insanlara bakıyorum, hep aşina (tanıdık) yüzler. Bunlar bizim insanlarımız. Çoğumuz birbirimizi tanırdık. Yolboyunca soruyorum; 'seni ne diye getirdiler?' sorularıma yanıt alınca anlıyorum ki kimine 'senin silahın var', kimine 'sen eşkiyasıh,' kimine; 'sen ağasın', kimine; 'sen dedesin' demişler. Teğmen bana da silahın var demişti. Düşünüyorum da uydurulmuş gerekçelerle toplamış oldukları bunca insanları acaba nereye götürecekler, buna bir türlü aklım ermiyordu. Kuşkusuz hepimizde bir korku vardı ama, bir katliamla karşı karşıya kalacağımızı asla düşünmüyorduk. Böyle bir şey düşünmek için çok ağır suçlar işlemiş olmamız gerekiyordu. Oysa ki biz aslı astarı olmayan şeylerle suçlanıyorduk. Bunlar bizi Mazgirt'e götürmek için uydurulmuş bahanelerdi. Kaldı ki silah taşımanın, eşkıya olmanın cezaları yasalarda belirtilmiştir. Bu suçlar insanın katlini gerektirecek suçlar olmasa'gerek. Dinsel inancın birer simgesi olan şeyh ve dedeye de Türkiye'nin her yerinde rastlamak olasıdır. Kimilerini ağalıkla suçlarken içimizde tanıdığım aşiret reisi vardı ama tanıdığım onca toprak sahibi Peri ağalarından hiçbir tanesi yoktu. Yolda yürürken bakıyorum bir insan seli vardı., Subayların, askerlerin bizi denetim altında tutmaları olanaksızdı. Elimizi kolumuzu bağlayıp bizi kurşunlayacaklarını bilseydik çoğumuz yolda kaçardık. Kaçarken belki birkaçımızı öldürebilirlerdi ama, çoğumuz kurtulurduk. Bizi askeri kışlaya doldurduktan sonra durumun önemini kavramıştık ama artık çok geç kalmıştık. Tüm kapılar yüzümüze kapanmıştı. Acı sonucu beklemekten başka artık yapılacak bir şey yoktu. Askeri kışlanın büyüklüğüne karşın oturulacak yer bulmak olanaksızdı. Herkes birbirine yaslanarak ayakta duruyordu. .-Bir yandan mevsimin yaz olması, diğer yandan insan yığınının nefes alıp vermesi her ge-Çen dakika içinde kışlanın sıcaklığını biraz daha arttırıyordu. Bir an geldi ki kışla yanan bir fırın, kokan bir mezbahaya döndü. İki gün iki gece ne ekmek ne de su verdiler. Ölüm korkusunun sezildiği yerde açlık pek duyulmuyor ama, susuzluktan dudaklarım çatladı. O gün ölüm korkusundan duyduğum acıyla, susuzluktan duyduğum ıstırabı yanyana getirince, susuzluğun daha dehşet verici olduğu duydum içimden. Kışlanın bu dehşet verici havasından kurtulmak için ölüme her zaman razıydım. Kışlaya girdiğimiz 14 Ağustos katliam günü, üçüncü günün sabahının erken saatlerinde isimler okunmaya başlandı. Tarih 14 Ağustos'tu. İsmi okunanları ellerinden birbirlerine bağlayarak kafile kafile götürmeye başladılar. Aradan on dakika geçmeden silah sesleri duyuldu. Patlayan bu silahların kurşunlan o suzsuz zavallı insanların vücutlarını delik deşik ediyordu, bunu çok iyi anlamıştık. Güneş bir hayli ilerlemişti, zaman öğleye doğruydu. Bizim de ismimiz okundu. Gidenler gibi bizim de ellerimizi birbirine bağlayarak General Galip Deniz'in huzuruna çıkardılar. (Halk arasında bu general Baki Vandemir olarak bilinir. Oysa ki Mazgirt'te katliamı yapan Diyarbakır Yedinci Kolordu Kumandanı Galip Deniz'di.) Galip Deniz'in yanında Mazgirt Kaymakamı Fahri Tor-makçı da oturuyordu. Galip Deniz bizi baştan aşağıya süzdükten sonra önündeki kağıda bir şeyler yazmak istedi. O sırada Kaymakam hemen kalem ile kağıt arasına elini sokarak generalin yazmasına engel olmak istedi. General, Kaymakamın elini iterek tekrar bir şeyler yazmak isterken, Kaymakam yine kalem ile kağıdın arasına elini soktu. Galip Deniz tekrar Kaymakamın elini itince Kaymakam yerinden kalktı ve hızlı adımlarla Hükümet Konağı'na doğru yürümeye başladı. Bir hayli uzaklaşınca kumandan; 'Kaymakam Bey gelsene' diye bağırdıysa da Kaymakam yürümeye devam etti. Kumandan tekrar; 'Kaymakam Bey gel, gel, dediğin olsun' deyince Kaymakam geldi, yerine oturdu. Kaymakam oturunca kumandanın yanında ayakta duran subay bizi yan tarafa atarak ellerimizi çözdü. Galip Deniz ellerimizi çözen subaya dönerek; 'bunlar iki gün Mazgirt'te kalacaklar. Eğer şimdi bunları evlerine gönderirsek gezen müfrezeler yolda vurabilirler' dedi. Subay; 'burada bekleyin' diyerek kumandanın yanına gitti. Tek sıra halinde ayakta bekliyoruz. Kendiliğimizden bir yere ayrılmamız olanaksız. Zira ilçe askerler tarafından sarılmıştı, her taraf askerlerle doluydu. Katliam devam ediyordu. Tanıdık, dost, ahbap insanları gözümüzün önünde kurşunlamaya götürüyorlardı. Ellerinden birbirine bağlı bu insanlar dirsekleriyle, anlamlı bakışlarıyla bu soykırımi direniyorlardı. Bu insanlar askerlerle itişip kalkışarak ölüme giderlefkeı> biz ayakta bu insanlara bakakaldık. Seyrettiğimiz bu senaryoda Dersim kının dramı yaşanıyordu. Akşam olunca bizi aynı kışlaya göldüler. Kışla bomboştu. Ahmet'ler, Mehmet'ler, Hasan'lar, Hüseyin'ler» Aliler, Veliler kimseler yoktu. İki gün sonra köyümüze döndük." "14 Ağustos'ta başlayan ve üç gün devam eden askeri harekatta (operasyonda) Mazgirt ilçesine bağlı ve köyümüze komşu olan mestan Köyü'nde Gedikgil aileleri, Akkilise'de Blogiller, Keman'da hesi sekir ailesi, Silk Köyü'nde Zaim aileleri, Muhundu'da, Velan'da, nahiyesi ve isimlerini unuttuğum köylerinde çok sayıda insan öldürüldü ve birçok aile tümüyle imha edildi. (Bu ailelerden biri Çukurlu Hasan Ağa'nın ailesidir.) Daha önce de değindiğim gibi öldürülen bu ailelerin evleri askeri birliklerce yakıldı, yıkıldı ve bu ailelerin kurtulan çocukla-ı da Batı'nın çeşitli yerlerine sürgüne gönderildi. Şimdi kinii kaynaktan öğrenmiş bulunuyorum ki evlerin nasıl yakı-acağı yıkılacağı konusunda daha önceden bir de kitapçık bastırılmış ve >u kitapçık askeri birliklere dağıtılmış. Kitapçığın ismi de; Tunceli Böl-esinde Yapılan Eşkıya Takibi Hareketleri, Köy Arama ve Silah Topla-la İşleri Hakkında Kılavuz'dur. Kuşkusuz hemen söyleyebilirim ki 1937 ve 1938 seneleri, Dersim alkı için göçler, kıyım, kırım, açlık ve kıtlık seneleri olmuştur. Anası-babası öldürülen ve yetim kalan binlerce çocuk... Oğullan zlan öldürülen kimsesiz kalan analar babalar oldu. Kimi karısından, imi kocasından, kimi akrabasından, kimi dostundan oldu. Sevenler ve bilenler her biri ayrı ayrı çukur ve derelerde kurşunlandı. Öldürülen h insanların cesetleri aylarca kargalara yem oldu. Ekinler biçilmedi, yalında yazıda kaldı. Askeri birliklerce 'savaş ganimeti' olarak gasbedil-ıeyen büyük ve küçük baş hayvanlar satılmadı, tanesi bir pula geldi, frafa korku ve dehşet salındı. Herkes yarın ne olacak korkusu içindey-c Kısacası 1937 ve 1938 seneleri Dersim halkına felaket getiren unu-tımaz kara günler oldu."(Age. s.21-30)
|