Kaynak Dersim Dergisi /Istanbul yil 4 sayi 8 yil 1998 Sayfa: 26-32 "SENİN HİLE VE YALANLARIN İLE BAŞA ÇIKAMADIM BU BANA DERT OLDU, KARŞINDA DİZ ÇÖKMEDİM YA, BU DA SANA DERT OLSUN !"
Camale Yîdare Ismaili
Dedemin üç tane oğlu, üç tane de köyü vardı. Büyük oğlu babam Şıxhesen idi. Amcam Baba'dan sonra VVusen küçük kardeşti. Dedem; Ağdad'ta babam Zenka'da, amcam Baba bazen Ağdad'ta bazen Dere Arey'de kalıyorlardı. Bir gün Zenka'da ki konağımızın altında ki çayırda kuzu otlatıyordum. O zaman dokuz yaşında idim. Xozat yoluna bakınca gözlerime inanamadım. İki yıldır Elazığ hapishanesin de yatan babam geliyordu. Dedeme doğru avazım çıktığı kadar bağırdım. -Bawooo, bawoo; babam geliyor. Dedem; şaşkın ve sevinç ile karışık bir duygu ile ayağa kalktı, sivigin ucuna ilerledi. Elindi ki kehribar tespihleri şaklatarak, babamın gelişini izledi. Babam yaklaşınca konağın içinden yürüdü salonu geçti, kuzey tarafta dağ ile konağın arasından geçen arkadan akan su ile yüzünü yıkadı. Ayağa kalkıp, babama doğru yürüdü, kucaklaşıp hasret giderdiler. Baba oğul hiç konuşmadan konağa dönüp hevvliye de oturdular. Ben ürkek bir vaziyette merakla gidip birkaç metre uzakta durdum. Hal hatırlarını sordular ama dedem çok düşünceli gözüküyordu. Babamı iyice süzen dedem, dedi ki -Oğul...! Senin hapishane günlerin hala bitmiş değil, nasıl oldu da Aptullah Paşa seni saldı? Babam dedi ki Babacığım; Aptullah Paşa beni şartlı tahliye ettirdi, dedi ki: "Eğer gidip babanı teslim olma konusunda ikna edersen, Elazığ arazisinin yarısını senin üstüne tapularım, seni de Elazığ encümeni sen, tane dükkan alırım" dedi. Bende; "Ben evli bir insanım, bizim töremiz de ikinci bir nikah düşmez" dedim. Dedem eli ile ak sakalını topladı, üç defa ağzına götürdü getirdi, çenesinden aşağı sıvazlayarak dedi ki: -Belli ki sen hükümetin somun ekmeğini çok yemişsin oğul. Bize reva görülen fetmandır, soykırımdır. Onların bütün derdi beni ve halkımı teslim almaktır. Ben teslim olsam da akibetim iptir, teslim olmasam da iptir. Ama teslim olmamı gerektirecek bir sebepte yoktur. Bu mesele artık hiç konuşulmadı. Babam da Elazığa dönmeme kararı aldı. Sonra asker Dersim dağına geldi, biz hepimiz yollara düşüp dağlara ormanlara kaçtık. Zenka'dan yola çıktık. Bizim aile fertleri Rayber ve ailesi, Saan Ağa, VVeli Ağa ile beraber Tılage köyüne vardık. Dedem; Saan Ağa ve diğer arkadaşları ile yan yana oturup durum değerlendirmesi yapıyorlardı. Bazen Tılage köyünün üstündeki Koe Bokıre'ye çıkıp dürbün ile çevreyi kontrol ediyorlardı. Orda bir hafta kaldıktan sonra, Ağdad tarafına gitmeyi, Sultanbaba tarafında daha güvende olabileceğimizin kararını aldılar. Çheme Munzuri'yi geçtik, Topatan da kalıp saklandık. Alişer Efendi de bizden biraz aşağıda başka bir mağarada saklanıyordu. Annem ve diğer aile fertleri kendi aralarında konuştular, dediler ki: -Sey Rıza Al işere demiş ki: "Burdan çıkıp başka bir devlete gitmen daha hayırlı olur. Bu bizim içinde senin içinde gerekli olan bir şeydir. Aynı zaman da bir görevdir, bunun tartışması da olmaz. Bize reva görülenlerden Dünyayı haberdar edeceksin. Benim adıma her şeyi konuşup adıma imza atabilirsin/' Konuştukları günün ertesi, Alişer Efendi'nin kaldıkları mağara da kaz kesip kızarttıklarını ve yol yemeği için hazırladıklarına şahit oldum. O gün; dedem dürbünü ile çevreyi kontrol ediyorken dedi ki: -Silahlı üç adam geliyor, biri Zeynel'dir. Ya bizi öldürmeye geliyorlar, yada Alişer için gidiyorlar. O gün dedem sinirli ve merak için de ayakta gezindi durdu. Akşam davarı gelmek üzereydi ki silah sesleri geldi. Çağırdılar dediler ki: Efendiyi vurmuslar Sızlamaya başladılar. Çünkü; Alişer Efendi sıradan bir adam değildi. Babam ve dedem onu çok seviyorlardı. Saçlarını yolup kendilerini yerden yere atıyorlardı. Dedem yüksek ses ile katillere hakaret ve beddualar edip dedi ki: -Zeynoooo.A Kahpe..., Şımırrr. Yaptıkların sana kar kalmasın oğul......./ Sen sele kapılasın, yıldırıma denk gelesin. Ben seni bu karşımdaki Sultanbaba'ya havele ediyorum. Onlar Al işerin kellesi ile yetinmeyecekler, benim kellemi de isteyeceklerdir. Zeynele Ali, Vonk'lu Efendi ve bir kaç adam ile gidip Alişer ve Zarife Xatun'u vuruyorlar. Zeyneli kandıran Rayber'dir. Rayber bir taraftan Koe Sıncıke'de askeri birlikleri saldırıyor. Diğer taraftan gidip bu işi Zeynele yapıyor diye şikayet ediyor. Zeynel'ede " Senin fermanını çıkarmışlar gelip tesim olursan seni affederler". Sonradan Zeynel'e Çheme Muzıri'de bir randevu veriyor. Buluştuklarımda Zeynel taşlardan bir yığın yapıyor. Bu taş yığınından tek bir taş alarak atıyor. Zeynel'e diyor-ki: "Birşey oldu mu? Zeynel bir anlam vermeyince Rayber ayağı ile bütün taşları dağıtıyor ve diyor ki : "Bak Zeynel bu taş yığını Dersim halkıdır. Askerler Al işer'in kellesini istiyorlar. Bu bir tek taş Alişer'dir. Bunu öldürürsen Dersim halkını kurtarmış olursun, öldürmezsen asker bizi bu taşlar gibi dağıtacak." Bu olaydan sonra biz bir gece orda kaldık. Ertesi sabah kardeşim Sahider Ağdad'a gidip katırları getirdi. Biz eşyalarımızı yükleyip oradan ayrılarak, Laçina tarafına geçtik. Laçina'da yaşayan köylüler bizim taliplerimizdi, dedemi de çok seviyorlardı. Biz Dere Laçina' da bir hafta kaldık, bütün ihtiyaçlarımızı taliplerimiz karşılıyordu. Bir gün dedem sabah erkenden uyandı, babama çağırdı ona o günkü rüyasını anlattı. Dedi ki: -Oğul..! Ben bu gün bir rüya gördüm. Rüyam da bir diz boyu kırmızı kar yağmış. Öyle görülüyor ki bizi ailece burda imha edecekler. Beni dinliyorsanız Laçina Köyüne gidip katırları getirin biz burdan göçüp Munzur Dağı tarafına gidelim. Babam hiç bir zaman dedemi kırmaz, karşı gelmezdi. O gün yine sesini çıkarmadı. Annem o ara hamile idi, dedi ki: -Xızır korusun, ben bir adım atacak halde değilim. Öldüreceklerse de gelip burda kedi yavruları gibi imha etsinler. Biz her gün dağ, taş, orman demeden aç sussuz nereye kadar gideceğiz. Annem öyle deyince dedem sinirlendi, ama bir şey demeden bastonunu alıp bizim kaldığımız derenin üstünde ki yamaca tırmanıp epeyce yüksek bir tepeye çıktı. Babamın da dizlerin de romatizma vardı sancı yapıyordu. Kalkıp biraz uzakta ki çeşmenin yakınına gidip oturdu. Kardeşim Sahider ve amcamın oğlu Alisan'da babamın yanına gittiler. Saat sabahın dokuzu olmuştu ki, bize çobanlık yapan Wusene Beji geldi, dedi ki: -Beni Sey Rıza gönderdi, diyor ki: "Sakın yerinizden kımıldamayın, gidip katır falanda getirmeyin. Askerler bizi çembere almışlar. Laçina kuşatılmış, çıkış yolu da yok". Akşama kadar öyle heyecan için de bekledik. Akşam saat beş sıraları annem dürbün ile baktı, dedi ki: -İşte, süvariler buraya doğru geliyor...! Bizim yanımızda da bir köpek var. Abase Sesbeçik'in eşi küsüp bizim yanımıza gelmişdi. O köpek de onun ile gelmişdi. Annem tekrar dürbün ile bakarken dedi ki: -Korkmayın, askerler atlarını geri çevirdi, Ovacığa doğru yöneldiler. İşte tam da o sıra da köpek yerinden fırlayıp havlamaya başladı. Biz orada babam dışında hepimiz, kadın ve çocuktuk. Kimse de silah falan da yoktu. Yaklaşık kırk kişiydik. Çukur bir yerde, hepimiz yan yana ormanın içinde birbirimize sarılmış oturuyorduk O arada iki tane asker bize doğru geldi. Annem yerinden kalktı, ellerini havaya kaldırdı, dedi ki: -Teslim, teslim...! Bir asker dedi ki: - Vurun...! Ateş... / Ateş....! Üstümüze öyle mermi yağdırdılar ki, sanki gökyüzünden dolu yerine mermi yağıyordu. El ile bomba atıp bağırıyorlardı. Geriden gittikçe asker gelmeye başladı. Bir ara kardeşimin elinden tutup gruptan ayrılmayı düşündüm, annem ellerimden tutup yanına diz çöktürdü. İki askerin ateşi devam ediyorken ben kenefimi bir çarşır filizinin arkasına attım. O, ara askerler babamın durduğu yere ilerlediler, orda bir askerin; "Can kurtaran yok mu?" dediğini duydum. Bütün askerler o tarafa hücum ettiler. Askerler babam ile dedemi arayıp duruyorlardı.Makineli tüfek sesleri, Laçina deresinde inlerken ben yüzüstü yere yattım. Barut kokusu ile ağaçlardan kopan dallar, yaprak kokuları, yanık ot kokuları ile çığlıklar birbirine karıştı. Her taraf toz ile duman arasında kalmıştı. Silah sesleri yeri göğü inletiyordu. Ölümüne yere yatıp bekledim, seslerin kesildiğine emin olunca ayağa kalktım. Çevrem de derin bir sessizlik hakimdi. Bağırmak istiyorum sesim çıkmıyordu. Bir hayalet gibi ayakta durup iki adım atınca, halam Leyle'nin sağ olduğunu gördüm. Ayakta duruyordu, beraber cesetlerin üstüne gittik. Çevremize bir göz gezdirince korkunç bir manzara ile karşılaştık. Bütün aile fertlerimiz katledilmiş ot yığını gibi üst üste atılmışlardı. Kırka yakın insan cesedi vardı, bunlar; annem, halam, yengem, amca çocukları ve diğer akrabalarımızda Cesetlerin içinde bir inleme sesi duyduk, ona doğru yaklaştık, halam Sebra'nın yaralı olduğunu gördük. Biz ayakta durup çaresizlik ve şaşkınlık ile bakarken, o bize dedi ki: -Canlarım....! Yönümü kıbleye çevirin. Halam Leyle dedi ki: -Ablacığım; ben kıbleyi bilmiyorum. Sebra; inleyerek dedi ki: s -Bak kardeşim; güneş sabah hangi taraftan doğuyorsa kıble orasıdır, yüzümü güneşin doğuşuna çevirin. Biraz su getirin dudaklarıma sürün. Bir pusu alın çenelerimi bağlayın. Annemin şalının ucunda on üç tane altın saklı. Onları alın, ölmeyip sağ kalırsanız, ayağınız yabancı bir şehre düşer bu altınlar sayesin de belki bir ekmek alıp karnınızı doyurursunuz. Bu gece de burada cesetlerin yanından uzaklasın, gece korkarsınız. Halam öyle konuşup dururken bizim göz pınarlarımız kurumuş, donup kalmıştık. Bir ara halam Leyle, bize çok yakın olan dereden su getirmeye gitti. Oradan çağırdı, dedi ki: -Ablacığım, cesetlerin kanı dereye akmış, su kıpkırmızı kan gibi, getirebileceğim su yok. Halam Sebra yüzünü bana çevirdi, dedi ki: -Kızım, Leyle'yi çağır gelsin, su yoksa beklemeyin, gece olmadan çabuk ayrılın. Halam Leyle geldi, bir pusu aldı ablasının çenelerini bağladı. Gitti annesinin belinde sarılı bulunan bel kuşağını açıp, söz konusu altınları aldı, oradan ayrıldık. Rast gele ormanın içinden yürüdük Karanlık çöktü, bir köye yaklaştığımızı havlayan köpek seslerinden anladık. Bırdo köyüne varmıştık. Bir evin yakınına vardık, evin içinde Türkçe konuşulduğunu anlayınca ben korkudan vazgeçip geri döndüm. Halam Leyle, ile oradan bir birimizden ayrıldık, o köye gitti ben ormana döndüm. Epey yürüdüm, el yordamı ile ormanın içinde fazla yürüyemeyeceğimi anlayınca yere diz çöküp oturdum. Kurt veya ayıların gelip beni yiyeceği endişesine kapıldım. Geldiklerinde bari gözlerim ile görmeyeyim diye fistanımı başımın üstüne atıp gözlerimi kapattım. Uyandığımda gün aydınlanmış sabah olmuştu. Ayağa kalktım, bir yerlere yürümek istedim fakat; vücudumun her yanının sızladığını hissettim. Her tarafı sis basmış gibiydi, yürümekte zorlandım. Sonradan çevremi kontrol ettiğimde, akşam üstümüze atılan bombaların parçacıklarının ufak yaralara sebep olduğunu ve gözlerime etki yapıp buğu yaptığını fark ettim. Kurşunlar tam isabet etmemiş bir kaç yerimi çizmiş, ağır bir yaram yoktu. Rast gele yürümeye başladım Bir yere vardığımda Laçina köyünün davarlarının otladığını gördüm. Davarların otladığı yere yönelip yürüyünce aniden silahlar patladı. Ben kaçtıkça etrafımda yere değen mermilerin etkisinden toz kalkıyordu. Tahminen sabah saat dokuz sıraları idi. Davar çobanı beni görünce bana çağırdı, dedi ki: "Sen erkek misin, kız mısın ?. Askerler seni vurmadan çabuk davarın içine koş, kendini kamufle et". Adamcağız benim yüzümden öğlen vakti olmadan davarları Laçina Yaylalarına götürdü. Beni VVusene Adıli'in kıl çadırına götürüp yaralarımı yıkayıp temizlediler. Güç ve kuvvet versin diye tere yağı eritip bana içirdiler. Yaylalar; düz, yüksek ve hakim bir tepeye kurulmuştu. İki adat askeri çadırda yaylaların karşısında kurulmuştu. Bir ara ev sahibi bana dedi ki: -Karşıdan iki atlı asker geliyor, her halde seni gördüler. Seni açıkça koruduğumuzu bitmesinler. Korkma! Gel çadırın dışına çık, şu ilerde ki tarlanın arkasında çalıların arasında saklan. Biz seni çağırınca gelirsin kızım. dedi. Ben gidip" saklandım. Askerler yaylalara gelip muhtarı çağırdılar. .. Muhtara bu yakınlarda bir çocuk gördüklerini, ateş edince davarın içine karışıp yaylalara geldiğini tahmin ettiklerini teslim etmedikleri takdirde Seyit Rıza'nm ailesini barındırmaktan suç işlemiş sayılacaklarını anlatmışlar. Muhtar onlara yemek yedirip geri göndermiş. Onlara kızı bulduğu taktirde getireceğini anlatmış. Muhtar gelip beni buldu, dedi ki: -Bak kızım gel beraber askerlerin çadırına yürüyelim. Sen oraya yakın bir yerde saklan, ben gitdip çadırlara kavuştuktan birkaç dakika sonra gel. Ben muhtar ile beraber yürüdüm, asker çadırlarına yakın bir yerde ormanın içinde saklandım, bir saate yakın bekledim, sonra muhtarın peşinden çadırlara vardım. Yüzbaşı beni sorguya aldı. Türkçe konuştu ama ben bilmediğim için muhtar tercüme etti. Dediler ki; -Adın ? -Cemila. -Baba Adı ? -Şıxhesen. -Dede adı ? -Sey Rıza. -Kim sizi saklayıp, ekmek verdi ? Sesini çıkarmayan yüzbaşı, düdük çaldı. Askerler yere kazıklarla bağlı atların kazıklarını çekip getirdiler. Akşam gün batmak üzere idi. Yüz başı beni arkasında ata bindirdi, atı sürdü, Çexperiye'nin üstünde bir dağa vardık. Orda bir alay vardı. Beni attan indirdi. Çevreme şöyle bir göz attığımda, gözlerime inanamadım. Bir yer kazılıp düzeltilmiş, orda babamın kesik başı duruyordu. Gözlerim o noktaya çakılı kalınca, bana sordular, -Tanıyormusun? Başımı sallayıp onayladım. -Kimdir, bir şeyin oluyor mu? -Babamın başıdır. Yüzbaşı askerlere emir verdi: -Şu Nerimane'yi getirin. Ablamı getirdiler, bana onu tanıyıp tanımadığımı sordular. Ablam olduğumu söyledim. Yüzbaşı muhtara döndü: -Nasıl oluyorda biz sorduğumuz da Nerimane inkar ediyor, Cemila da babası olduğunu söylüyor? Muhtar dedi ki: -Komutanım ..I Bu kız büyüktür, korktuğu için inkar ediyor. Bu diğeri de küçük olduğu için çekinmeden söylüyor. Gerçek odur ki ikisi de Şıxhesen'in kızlarıdır. Benden önce, ablam Nerimane'yi, Teslim'in altı aylık oğlunu, Ali Abase Sesbeçik'in hanımını sağ yakalayıp alaya getirmişler. Dedemin akibetini de bilmiyorum ama onun kurtulduğunu söylüyorlardı. Askerler bize kumanya çıkarıp verdiler, ama kimsenin bir lokma yemek yutacak hali yoktu.? O arada Gezer Xatune oraya geldi. Hemen alay kumandanına çıktı, dedi ki: -Kumandan bey; ben bu yetimleri götürüp üstünü başını yıkayıp yaralarını sarmak istiyorum. Alay kumandanı: -Gezer hanım, bunları götürmek istiyorsun ama biri kaybolursa sorumluluk altına girip başına iş açarsın. Gezer Hatune de: -O sorumluluk bana aittir, bunlara ben kefilim. Götürüp yarın tekrar geri getirip teslim edeceğime söz veriyorum dedi. Gezer Xatune bizi o gece katırlara bindirip yaylalarına götürdü. Hemen yarıcıları ve adamlarını topladı, kazanlar kurup bize banyo yaptırdı, çamaşırlarımızı yıkadı. Yaralarımızı temizleyip sardı, yemek yedirip karnımızı doyurdu. Bir gece bizi misafir etti. Ertesi sabah tekrar aldı getirip alaya teslim etti kumandanı bizi aynı gün alıp Qereğlan karakoluna götürdü. Oradaki karakol komutanına: "Bunlar burda bir hafta kalacak, biz telefon ettiğimizde Xozat'a Merkez alay komutanlığına getireceksiniz", dedi. Müdürün evinde kaldık, ikinci gün müdür dedi ki: -Annenizin cenazesini Rayber tabut ile buraya getirmiş. Ablam cenazeyi görmek için yalvardı. Annesinin cenazesini görmek istediğini söyledi. Ama müdür; bir daha tabutu açmamamız gerektiğini ve bütün ailenin cenazeleri Xozat'tan istenmesine rağmen sadece annenizin cenazesinin götürüldüğünü anlattı, ve dedi ki: -Babanızın cesedinin başı kesik olduğu, için yüzbaşı göndermeyi gerek görmemiş. Dört gün sonra Rayber gelip bizi Xozat'a götürdü. Sılemane Feci'nin evinde bir gün kaldık. Ertesi sabah Rayber bizi merkez karakoluna götürdü, ifadelerimiz alındı. Rayber bizim onların yeğeni ve ailesinin yetimleri olduğunu ve kendisine bırakılmamızı istedi. Kumandan bizi Raybere teslim etti. Rayber bizi alıp Pıxamiye köyüne götürdü. O kışı orda geçirdik. Bir yi sonra bizi alıp Zenka'ya getirdi. O, yaz 38 geldi. RAYBER'İN AKİBETİ 38'in yazı ayları idi, Xaçeliye köyünde kalıyorduk. Rayber eşi Menese'den sona ikinci bir hanım ile evlenmişti. Yeni eşi; Xozatlı Memed Alie Weş'in torunu idi. Rayber; bir gün Sin karakoluna idip geldi. Eşini çağırdı, dedi ki: -Sin'e gittim, her taraf karınca gibi asker kaynıyor. Gökten yağmur yağsa, bir damlası yere düşmez. Her tarafa çadır kurulmuş. Müdür de beni çağırdı, dedi ki. "Rayber, Bu asker dağı taşı tarayacak, Dersim'in dağında bir canlı insan kalmayacak. Eğer beni dinliyorsan, git oğlun Ali Heyder'i de al gel. Ne kadar kıymetli eşyan ve paran varsa getir bana teslim et, ben sizi kurtaracağım. Rayber o gece bütün kıymetli eşyasını getirip bir heybeye koydu. Bir heybenin ......askerler babasını bir bat- bir tarafı altınlar ile doldu. Öbür taniyeye sarmışlar karşılıklı tarafına diğer kıymetli eşyasını tutmuş sallıyorlar. Etrafında koyup dikince, kaynanam Yarıcılara da haber ver, yarın her evden birer kişi katır alsın bizim ile Deste'ye gelsin. Kaynanam Zekina çok zeki ve gelecekte olacakları tahmin edebilen bir kadındı. Sabah hemen Polat'ı alıp saklanması için dağa yolladı. Rayber'in on sekiz yaşında bir oğlu vardı, adı Ali Heyder idi. Ama dünya da onun gibi yakışıklı, babayiğit ve zeki bir delikanlı idi. Ali Heyder teslim olma taraftarı değildi, kaçmak istedi babası bırakmadı. Babası; müdürden söz aldığını kendilerine zarar gelmeyeceğini anlatıp ikna etti. Rayber evini katırlara yükledi, Cemila, Abas Teslim'in annesi Ana Zeynebe ile yola düşüp gitti. Yol Boruca ile Metersa'dan geçiyor. Qeremane Memedi, Salman Ağa ve Xeycan Xatune Boruca da yola çıkıp onları karşılıyorlar. Rayber'e diyorlar ki: -Rayber..! Sen düğüne mi gidiyorsun ? Bu biricik oğlunu, ihtiyar kadınları ve kızları alıp ölüme götürüyorsun. Bu sevdadan vazgeç, sen hala akıllanmadın mı? Rayber söylenenlere kulak asmıyor, yola devam ediyor. Ama, Salman Ağa çok gayret sarfedince, Cemila, Polat ve Abas'm eşya ve davarlarını Zenka'ya geri yollamayı başarıyor. Rayber; inatla yola devam ediyor, Deste'in tepesinden çıkınca, doğru müdürün çadırına yöneliyor. Elinde bulunan altın ve teğerli eşya dolu heybeyi nahiye müdürü'nün çadırına indiriyor. Ali Heyder dükkana girip atına yedirmek için bir kilo çigitsiz üzüm alıyor. Atını götürüp kazığı yere çakıp yemliğine üzümleri koyup geri dönüyor. Dönüşünde çığlık sesleri duyuyor. Sesin kendi babasına ait olduğunu anlıyor ve o yöne doğru koşuyor. Bakıyor ki bir çadırın içinde, askerler babasını bir battaniyeye sarmışlar karşılıklı tutmuş sallıyorlar. Etrafında duran askerlerde battaniyenin içindeki babasını süngülüyorlar. Her süngüleyiş ce yanında bulunan Diyab Ağa'nın kızı Ana Zeynebe bağırıyor. O, bağırdıkça sesi duyulmasın diye etrafındaki askerlerde bağırıyor. Ali Heyder; korkunç infaz sırasının kendisine de geleceğini anlıyor. Atına doğru koşup yere çakılı kazığa asılıyor, kazık çekilmeyince zaman kaybediyor. Onu kovalayan askerlerin yaklaştığını görüyor ve yaya kaçmaya çalışıyor. Şimdi kışla yapılan ve yatılı okul olan yere yakın bir yerde nöbet tutan bir er ateş edip, Ali Heyder'i vuruyor, ama yaralı kalıyor. Askerler onu ayaklarından tutup yerde sürükleyerek, babasını öldürdükleri yere kadar çekerek getiriyorlar, orda ölüyor. Rayber'in gittiği gün beraberindekiler ile öldürüldükleri haberi Zenka'ya ulaşınca hepimiz davarlarımızı malımızı bırakıp tekrar ormanlara, dağlara kaçtık. Polat ile ablam Nare Ağdad'a gittiler. Er Mıstafa onları alıp Koe Birmo tarafına götürüp saklamış. Biz üç gün ormanda kaldıktan sonra Rengule de Ismaile Heseni'nin evlerinin altında ki sığınakta saklandık sığınak dar bir yerdi, rahat hareket edemiyorduk. Bize iki adet palaz serdiler, üç tutam mum verdiler yirmi dört saat kaldık. Ertesi gün Ana Melek'i gelip çıkış yerine konan taş salı tıklattı, dedi ki: -İki adet atlı asker dört nalla Mezela Laike Ağay'de çıktı buraya doğru geliyorlar. Ya bizi katledecekler, ya da geçip Muskurage tarafına geçip Koe Bokıre'ye gidiyorlar. Becerebiliyorsanız, burdan çıkıp kaçın. Sığınağın üstündeki salı devirdik. Çıkış yeri dar olduğu için teker, teker sürünerek sırtüstü veya yan çıkabiliyoruz. Zaman kaybetmemek için acele ediyoruz, ve atlı askerler bize çok yaklaşmışken onlara görülmeden evlerin arkasındaki dereden batıya doğru kaçmaya başladık. Biz Rengule sakinleri ile beraber kaçarken, korku ve heyecandan çocuklarını bırakanlar oldu. Dere Bend'ye kavuştuğumuzda Xele Lıl'i gelip bize yetişti, dedi ki: -Kendinizi boşa yormayın. Gelen askerler Salman Ağa'yı öldürmüşler. Koe Bokıre'ye geçtiler. ALAY KUMANDANI CEVDET SUNAY, MENES XATUNE İLE KANKARDEŞ OLMUŞTU Biz Dere Bend'de birkaç gün saklandık, sonra Salman Ağa'nın yarıcısı Xıde Xuni çıkıp yanımıza geldi. Kendisinin Xeycan Xatune'nin gönderdiğini, Menes Xatun ve yanındakiler geldiği taktirde onlara yardımcı olmak istediğini, bütün tehlikelere rağmen ölünceye kadar destek olacağını anlattı. Bizim köyden Alie Mene bu görüşe karşı çıktı. Menes Xatune'nin bizim aşiret mensubu olduğunu onu pekala hala koruyabileceklerini öne sürdü. Alie Mene bizi alıp Kerte Sae de saklanan köylülerimizin yanına götürdü, orda saklandık. Rayber'in eşi Menes Xatune, Alie Mene'yi yiyecek için Seypertage'ye gönderdi. Seypertage'liler bir teke kesip bir tuluk ayran ile bize gönderdiler, bir torba dolusu da arpa ekmeği yollamışlardı. Ertesi gün Alie Mene Bizim köy Xaçeliye/ye gitti. Geldiğinde dedi ki: -Menes Xatun......./ Bizim köyün ekini hala duruyor, yakılmamış. Senin kankardeşin Cevdet de sizin evin kapısını kırmış. Altı kilo bal ile tereyağının parasını ısma Kore'ye vermiş, sana da bu pusulayı yollamış. Kağıdı çıkarıp Menes Xatun'a verdi. O, pusulayı okuma yazmamız olmadığı için kimse okuyamadı. Sonra anlaşıldı ki, Menes Xatune'ye Kankardeşi Cevdet bir pusula yazmış. Gelip evinde kalabileceğini, kimsenin ona zarar vermeyeceğinin yazıldığı anlaşınca biz çıkıp Xaçeliye'ye gittik. O zaman köyün muhtarı Sebır idi. Bir gün İmame Laç'i Deste karakolundan Çaqe 'yi istediklerini söyledi. İmam ile Sebır Çaqe'yi alıp götürdüler, geri geldiklerinde Çaqe yoktu. Onu sürgüne göndermişler. Menes Xatun'u da istediler. Menes Xatune, Töse Celeb'i ile Meme Muşi'ye haber yolladı. Onlar gelip eşyaları emaneten teslim aldılar. Davarlarını da İmame Laç'iye teslim etti. Üç adet kuzu kesip yol yemeğini hazırladı. Gidip teslim olacaktık. O gece, Ağdad'tan Abasa aşiret mensupları ile Cüware bizim eve geldiler. Sürgüne gitmemize engel oldular, bizi alıp Çheme Muzıri'in tarafında bir ormana götürüp sakladılar. O zaman zaten ekmek kıtlığı vardı, askerler de ekinleri yakmıştı. Biz yanan ekinden arta kalan kavrulmuş buğday tanelerini toplayıp, el değirmeninde öğütüp un haline getiriyorduk. Dağlarda bir ay kalınca tekrar Xaçeliye'ye döndük. Artık sonbahardı, kırağı yere atmış havalar soğumuştu. O yıl kışı köyümüz de geçirdik, yaz mevsimi geldi, hükümet bizi Çorum'un Sungurlu kasabasına sürgün etti. Orada ki aleviler bizi çok seviyordu. Bize yiyecek ve diğer yardımlarda bulundular. Altı yıl orada kaldık, af çıkınca yine Dersime döndük. DEDEMİ ASTILAR Dedem Dere Laçina'daki katliamdan sağ kutrulmuştu. Sonra Erzincan Valisi iki elçi ile ona bir mektup yolluyor. Dedem bir katıra binerek Tılage'li Rize Bert'i ile Erzincan valisiyle görüşmeye gidiyor. Yolda tanınmasın diye başını bir puşi ile sarıyor. Erzincan yolu üzerinde bir köprü de nöbet tutan askerler ile karşılaşıyorlar. Askerlere dişi ağrıyan bir köylü olduğunu ve doktora gitmek istediğini söylüyor. Puşi açan askerler aksakallı biri olduğunu görünce şüphelenip sorguya çekiyorlar. Üst aramasında bir tabanca çıkınca tutukluyorlar. Dedem Sey Rıza olduğunu ve Erzincan valisiyle görüşmek için geldiğini itiraf ediyor. Erzincan'dan Elazığ'a götürürlerken dışarda toplanan halka doğru dönerek "Yalancı hükümet!" diye bağırıyor. Daha sonra y/Fy Erzincan ben bir tek Rızoyum seni üç defa kurtardım. Sen beni bir defa kurtaramadın. Dileğim o ki sen zelzele olasınf/ diyor. Dedemi 37'nin sonbaharında Elazığ Buğday meydanında astıkları zaman yetmiş yaşını aşkındı. Halvoriye toplantısını gerekçe gösterip yedi aşiret reisini de onunla beraber astılar. O zaman hapishanede gardiyan Mustafa ismin de bir adam varmış. Dedem asılmadan evvel onu çağırıp demiş ki: ''Mustafa; bu paltomu al, içinde sol omuz içinde dikilmiş altınlar var. Bunlar annenin sütü gibi sana helal olsun. Çünkü bana çok hizmetin oldu. Yalnız benim konuştuklarımı bizim insanlara anlat". Mustafa sonradan bizim aileden birini çağırdı, dedi ki, Sey Rıza hapishanede iken bir adam geldi. Bu adam Dersimli idi ve onların üzerine ifade vermek için çağrılmıştı. Sey Rıza bu adamı yanına çağırdı; dedi ki: -Sen bir zamanlar davar tacirliği için bizim eve geldin. Şu kadar keçi aldın, parasını ödemedin, doğrumu ? Adam Sey Rıza'yı onaylayınca, Sey Rıza dedi ki: -Borcunu öde öyle git ifade ver. Adam cebinden bir miktar kağıt para çıkardı, Sey Rıza'ya verdi. Sey Rıza paraları alıp saydıktan sonra yırtıp yere attı. Sonra bir adam Ankara'dan geldi. Sey Rıza onu görünce: -Sen Ankara'dan beni asmaya mı geldin ? Adam başı ile onaylayınca, Sey Rıza o adama dedi ki: -Sen Ankara'ya gidince, deki : Ben senin hile ve yalanların ile başa çıkamadım, bu bana dert oldu. Ama; bende senin karşında diz çökmedim ya, bu da sana dert olsun. Sey Rıza Dar ağacına yürürken de dedi ki. -Evvlade Kerbelayme, be xetayme, ayıbo, zulmo, qetılo...! Dedemi astıktan sonra da cesedini yakmışlar, külünü Çorçuk köyü tarafında bir dağa serpmişler. Demişler ki: "Bu adamın cesedi yakılmazsa, bunun mezarının üstünde ot yeşerir. Bu otu yiyen keçi ve koyun gibi hayvanlar süt verir. Bu sütü içen insanlarda Sey Rıza gibi düşünürler, yarın öbür gün başımıza bela olurlar"
|
SON DEVRIN DIN MAZLUMLARI NECIP FAZIL KISAKÜREK
(Son Devrin Din Mazlumlari, Büyük Doğu Yayınlari 10. basim, Nisan 1990, adlı kitabının DOGU FACİASI bölümünden aynen alınmıştır.)
En aşağı 50.000 müslümanın kanını ve canını ihtiva etmesi bakımından, kalın hatlarıyle bir harita gibi çizdiğimiz ve şu anda yalnız ana prensip ve mânasıyle tesbit ettiğimiz bu facianın, tarihte bir benzeri gösterilemez. Babalarını arayan ve yanına gitmek istediklerini söyleyen iki mâsum çocuğun Hozat Kaymakamı tarafından süngületilerek babalarının yanına gönderilmesi... Kendisinin öğretmen ve köy halkıyle alâkasız bir şahıs olduğunu iddia ederek alevler içinden fırlamak isteyen bir gencin, kalasla itilip alevler içine atılması ve karşı -sında sigara içilmesi... Buğday sapları üstünde yakılan, daha evvel kurşunlanmış bütün bir köy halkı... Annesinin karnından sivri uçlu âletle çıkartıldıktan sonra yaşamakta devam eden ve hala topuğunda bu sivri uçlu âletin izini taşıyan çocuk... Bir dere içinde boğazlanan ve bu fiili yerine getiren cellâdın bulunması bir hayli zorluğa yol açan yirmi mâsum... Ve buna benzer daha neler, dalıa neler!.. Cesetleri değil, mânaları muhakeme ve idam eden tarih, bakalım bu 50.000, çocuk, genç, ihtiyar, kız, kadın, hasta, alil müslüman cesedine karşılık kaç ferdin mânası üzerinde ebedî idam karari verecektir? Elâzığ Ortaokulunda okuyan iki çocuk... Tatili geçirmek üzere memleketleri olan Hozat'a geliyorlar ve facianın tam üstüne düşüyorlar. Hozat yakınlanndaki köylerine geldikleri zaman babaları Yusuf Cemil'in öldürtülmüş olduğunu öğreniyorlar ve ağlama ya başlıyorlar. Onlara şu karşılık veriliyor: "- Sizi de onun yanına götüreceğiz!" Çocuklar odadan sürükletilerek çıkartılıyor ve jandarma muhafazasında gittikleri yolda süngületiliyorlar. Böylece babalarnin yanına gönderilmişlerdir. Her evi ayrı ayrı tutuşturulduktan sonra dört bir etrafı ayrıca çalı çırpı içine alınıp alev alev yakılan bir köyden, deli gibi bir adam çıkıp, çalı yığınları gerisinde manzarayı seyredenlere doğru ilerliyor ve haykırıyor: "Durun, ben köy ahalisinden değilim! Muallimim! Müsaade edin, kendimi size isbat edeyim!" Fakat sözüne mukabele, bir kalasla itilerek alevler içine atılması oluyor. Adam, evvelâ göğsünün kılları tutuşarak alev alev yanarken, çalı yığınlari gerisinde âmir, zevk ve istihza ile sigarasını içmektedir. (Bu vak'a, bana, 1944 yılında, Eğridir'de askerliğimi yaparken, resmî şahıslar huzurunda, yanan adama karşı sigarasını zevkle içtiğini söyleyen Amirden bizzat dinleyenlerce anlatılmıştır.) Yusuf Cemil'in köyünden 200 kadın ve çocuk öldürtülmüş ve bunların cesetleri buğday sapları üzerinde yakılmıştır. Öldürülenler arasında, Elâzığ'da askerliğini yapan ve o sırada izinli olarak köyünde bulunan Rüstem adında biri de vardır. Bu zavallı, mezun olduğunu ve isterlerse hüvviyet ve izin kâğıdını da gösterebileceğini söylediği halde derdini dinletemiyor ve dört çocuğu ile seksenlik anası arasında, onlarla berabır, kurşunlanıyor.
Hozat'ın Karaca köyünden Cafer oğlu Kasım... Bu adam, o tarihten 30 sene kadar evvel Amerika'ya gitmiş, orada 15 yıl kalmış, epeyce para kazanmış ve sonra köyüne dönmüştür. Kasım, Amerika dönüşünde, Birinci Dünya Harbinde Kafkas cephesi Köprüköy muharebesinde şehit düşen kardeşi Yüzbaşı Şükrü'nün iki çocuklu karısı Şirin Hatun'la evlenmiş, Hozata gelip yerleşmiş, orada bir mağaza açmış ve ticarete başlamıştır. Hükûmetle de bazı taahhüt işlerine girişmektedir. Dersim hareketi esnasında, işbu Cafer oğlu Kasım, taahhüt bedelinden alacağı olan 6.000 lirayı tahsil etmek üzere Ovacık Kaymakamlığına müracaat ediyor. Muamelesini tekemmül ettirip parayı kendisine veriyorlar. Muamele biter bitmez "Seni Hozat'tan çağırıyorlar!" diyerek,onu, mahfuzen yola çıkariyorlar. Cafer oğlu Kasım, kasabadan ayrıldıktan bir saat sonra jandarmalara öldürtülüyor. Koynundaki 6.000 lira da, iki alâkalı idare âmiri arasında taksim ediliyor.
Zavallının zevcesi Şirin Hatun, o esnada, dört çocuğuyla birlikte, komşularına oturmaya gitmiştir. Kadın, evine döndüğü zaman bir de görüyor ki, kapısı kırılmiş ve bütün eşyası etrafa dökülüp saçılmıştır. Haykırmaya başlıyor: "- Yetişin, evimize eşkiya girdi!.." Bu feryadına karşılık olarak kadın, kapısının önünde, çocuklarıyla beraber öldürülüyor ve dolgun miktarda altını, parası ve eşyası yağma ediliyor. Bu arada Hozat'ın Zımbık köyünde (Şekspir)in hayaline bile taş çıkartacak, bir vak'a cereyan etmektedir. Erkekleri tamamıyle doğranmış olan köyün 100 kadar kadın ve çocuğu, sivri uçlu âletle (süngü) öldürülüyor.Oldurulen kadinlar arasinda biri doğurmak üzere bir gebedir. Bu kadının karnına giren sivri uçlu alet, barsaklarını yere döküyor, rahmini parçalıyor ve kendisini öldürüyor. Tehlike geçtikten sonra gizlendikleri yerden çıkan birkaç kadın, ölüleri gözden geçirirken, bu kadının rahminden düşen çocuğun sag olduğunu dehşetler içinde görüyorlar. Muazzam bir kader cilvesi olarak yaşamakta devam eden çocuğu alıyorlar,emzirtip büyütüyorlar ve ona "Besi" adını koyuyorlar. Bu kız bugün hâlâ aynı köyde ve hayattadır. Sivri uçlu alet annesinin karnına girip rahmini deldiği zaman da onun topukçuğunda bir yara açmıştır ve kız hâlâ bu yarayı topuğunda taşimaktadır.
(24 yil evvelki Büyük Doğu 'lardan)
Hozat'ın Dolantanır köyünden Veli isminde bir genç, Elâzığ Muallim Mektebinde okuduktan sonra öğretmen olarak Trakya'ya gönderilmiş, orada evlenmiş, 3 çocuk sahibi olmuş ve tam da Dersim hareketi başlamak üzereyken, karısı ve çocuklarıyle, yaz tatilini geçirmek üzere köyüne gitmiştir. Genç muallimin köyü, erkekli ve kadınlı, çocuklu ve ihtiyarlı doğranırken, kendisi, karısı ve çocukları da aynı âkıbete mahkûm edilmiş ve cesetleri yakılmıştır.
Mazgirt Tersemek nahiyesinin halkı doğranmakta... Merhamet sahiplerinden biri, birle on yaşı arasında 20 kadar çocuğu alıp bir derenin içine saklamıştır.Vazivet birden haber aliniyor. Cocuklarin oldurulmeleri emriveriliyor. Fakat bu emri yerine getirebilecek kimse zuhur edemiyor. En katı yürekliler bile, böyle müdafaasız mâsumlara silâh kullanamayacaklarını söylemeye mecbur kalıyorlar. Tecrübe birkaç defa akamete uğruyor ve hayli sıkıntı mevzuu oluyor. Nihayet en kara yüzlü çingenelerden daha karanlık suratlı bir adam bulunuyor ve bir dere içinde titreşe titreşe bekleyen 20 mâsumun işi bitiriliyor. Murat suyunun kandan kıpkızıl aktığını görenler olmustur. Celâl Bayar'ın Başvekil ve Mareşal Fevzi Çakmak'in Genelkurmay Başkanı bulunduğu 1938 yılında cereyan eden Dersim faciası, bütünleştirilmesini okuyucularimizin hayaline ve istikbaldeki tarihçinin kalemine bıraktığımız birkaç teferruat çizgisi halinde budur! Dayandığı tek sebep de birtakım âsâyişsizlik ve itaatsizlik bahanesi altında, bütün Doğu Anadolu'yu kapsayıcı olarak, o mıntıkanın bir türlü sulandırılamayan koyu İslâmi rengidir. Bir kıvılcım halinde gösterdiğimiz Dersim yangınının kömürleştirilmiş 50.000 cesedinde, kutup şahsiyetler dışı bir yığın olarak din mazlumluğuııun en çarpıcı levhasını seyredebilirsiniz.
|